Ahlak,”insanların toplum içindeki davranışlarını ve birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek amacıyla başvurulan kurallar dizgesi, başka insanların davranışlarını olumlu ya da olumsuz biçimde yargılamakta kullanılan ölçütler bütünü,” olarak tanımlanabilir.1
Ahlak tanımını daha somut ve detaylı olarak. “Tek kişinin veya bir insan topluluğunun belli bir tarihsel dönemde belli türden eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık, görenek
v.d. bunlarda içerilmiş olan değer, buyruk, norm ve yasaklara göre düzenlenmiş ve bu haliyle gelenekleşmiş, yerleşmiş yaşama biçimi,” olarak da ifade edebiliriz.2
Bu tanımlarda görüldüğü gibi ahlak tanımının, yaşam biçimlerine yönelik olarak kurallar sistemi ve değerler bütünü olarak iki ana unsurdan oluştuğunu söyleyebiliriz. Kurallar sistemi, değerlerin nasıl yaşatılacağını ve gerçekleştirileceğini gösterir ve belirlerken, değerlerde kuralları belirleyen temelleri oluşturur.
1Bu tanımların ışığında, ahlak kavramını, toplumların yaşam biçimlerini ve toplumu oluşturan insanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen kurallar ve değerler bütünü olarak da tanımlamak mümkündür
Toplumsal açıdan değer’i, “bir sosyal grubun veya toplumun bütününün kendi varlık, birlik, işleyiş, ve devamını sağlamak ve sürdürmek için üyelerinin çoğunluğu tarafından uygun ve gerekli olduğu kabul edilen, aynı üyelerin ortak duygu, düşünce, amaç ve çıkarlarını yansıtan, genelleştirilmiş ilke ve inançlar,” ya da bir yargılama ve değerlendirme ölçütü olarak, “grupların veya toplumların arzu edileni veya edilmeyeni, beğenileni veya beğenilmeyeni, doğru olan veya olmayanı belirleyen temel standart veya standartları,” olarak tanımlayabiliriz.3 Her iki tanım açısından da, toplumların sahip olduğu en temel ahlaki değerler, “iyi” ve “kötü” ahlaki değerleridir. “İyi,” toplum açısından onaylanan, diğer bir deyişle ahlaki olanı, “kötü,” ise toplum tarafından onaylanmayan, ahlaki olmayanı gösterir.
İnsan davranışlarının temel nedeni, her insanda bulunan içgüdülerdir. İnsanlar temelde içgüdülerinin doğrultusunda davranır, içgüdülerinin ortaya çıkardığı ihtiyaç ve eğilimleri tatmin etmeye çalışırlar. Yaşamak, hayatta kalıp, hayatını devam ettirmek isteği en temel içgüdüdür. İnsanlar hayatta kalmak için, beslenmek, yiyip, içmek, barınmak ve korunmak zorundadırlar. Bir diğer temel içgüdü de cinsel içgüdüdür. Bu içgüdü de insan neslinin, hayatta kalması ve varlığını sürdürmesi için zorunlu bir içgüdüdür.
2Spinoza, insanın özünün, “konatus”, olduğunu, her insanda, kendi varlığını koruma ve devam ettirme yönünde doğal bir eğilim bulunduğunu, insanın hem içgüdüsel, hem de rasyonel düzeyde, esas kendi varlığını korumak için çalıştığını söyler.4 Hobbes’a göre, “ Kendi varlığını koruma ve devam ettirme eğilim ya da istemi, bütün ahlaki kural, yasa ve yükümlülüklerin kaynağıdır.”5
İnsan, toplumsal bir canlı olarak, topluluk ve toplum içerisinde, başka insanlarla , ilişkiler kurarak yaşamak zorundadır. İnsanlar toplum içerisindeki yaşamlarında içgüdüsel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, kuralsız bir toplum yaşantısında, içgüdüsel istekler birbirleriyle çatışacağı, insanlar birbirlerinin içgüdüsel isteklerini engelleyerek birbirlerine zarar verecekleri için, diğer insanların içgüdüsel isteklerini de dikkate alarak, kendi içgüdüsel isteklerini sınırlandırmak zorundadırlar.
İnsanların içgüdüsel istekleri, toplum içinde yaşayan tüm insanlar için geçerli olacak şekilde, ahlak kurallarıyla sınırlandırılır. Böylece toplum yaşantısının ve toplumu oluşturan insanların, içgüdülerini belirli ölçüde karşılayabilmeleri mümkün olabilir. İnsanlar zorunlu olarak, sadece kendi içgüdüsel isteklerini ve çıkarlarını değil, toplum içerisindeki diğer insanların da içgüdüsel istek ve çıkarlarını da gözetmek durumunda kalırlar. Böylece toplum düzeninin, dayanışma ve yaşantısının devamı mümkün olur.
Ahlak kurallarına uymayıp, kendi içgüdüsel istek ve ihtiyaçlarını kısıtlamayan toplum üyelerine, toplum tepki göstererek yaptırım uygular. Toplumu oluşturan insanlar, bu tür
3yaptırımlarla karşılaşmamak için de ahlak kurallarına uymaya çalışırlar.
Tarihsel süreçte, ahlak kuralları, ilkel dinlerden başlayıp, inanç sistemleri içerisinde yer alarak, kutsal’ın etkisiyle, güçlü yaptırımlara sahip olurlar. Ahlak kuralları, dinsel inançlarla beraber nesilden nesile aktarılır. Diğer yandan, toplumu oluşturan insanlar, bu inançları içselleştirerek, bireysel ve toplumsal değerler haline getirirler. Bu inançlar ve değerler, “Freud” un anlatımıyla, insanların içsel dünyalarında, süper ego’nun bir bölümü haline gelerek, içgüdülerin doyumunun ertelenmesine ve engellenmesine neden olurlar.6 Bu durumda, içgüdülerle, süper ego arasında arabuluculuk yapan ego, savunma mekanizmaları oluşturur. İçselleştirilen inançlar ve değerler, öznel duygular ve inanca uygun hareket eğilimiyle birlikte davranışa hazırlık mahiyetindeki tutumları oluştururlar.7
Toplumları oluşturan insanlar, içsel dünyalarında içgüdülerini, ahlaki ve dinsel değerlerle uyumlu hale getirmeye, davranışlarında da ahlaki ve dinsel kurallara uymaya çalışırlar. Toplumdaki insanların çatışan içgüdüsel istekleri arasında ahlaki kurallar ve değerlerle sağlanan bir denge durumu oluşur. Böylece, toplum varlığını sürdürme imkanına, toplumu oluşturan insanlarda, oluşturulmuş ahlak kuralları çerçevesinde, içgüdüsel ihtiyaçlarını, güven ortamı içerisinde karşılayabilme şansına sahip olmuş olurlar.
Bu durumu toplumu oluşturan insanların, kendi aralarında zımni uzlaşmaları, kendi yaşamlarını, birlikteliklerini,
4birbirlerine zarar vermeden sürdürebilmeleri ve içgüdüsel ihtiyaçlarını birbirlerini engellemeden karşılayabilme konularında zımni anlaşmaları olarak da yorumlamak mümkündür. Ahlak kuralları, bu zımni anlaşma ve uzlaşmanın şartlarını belirler.
Bu anlaşma ve uzlaşma toplumu oluşturan insanların bir araya gelerek anlaşmaları ve uzlaşmalarıyla değil, tarihsel süreç içinde olayların ve olguların yaşanmasıyla edinilen toplumsal yaşam tecrübesi sonucu kendiliğinden oluşur. Zamanla ahlaki kuralların ve değerlerin ortaya çıkmasına neden olan tecrübelerde toplumu oluşturan insanların hafızalarından silinip, bunlar sadece uyulması gerektiğine inanılan kurallar ve değerler olarak varlıklarını sürdürürler.
Devletleşmiş ve kuralları devlet organınca yaptırıma bağlanmış hukuk düzeni geliştiren toplumlarda, hukuk kuralları, ahlak kurallarının işlevlerinin önemli bir kısmını üstlenirler. Buna rağmen ahlak kuralları, toplumların yaşamlarını sürdürebilmeleri için sahip oldukları önemlerini ve varlıklarını göreceli olarak korur ve devam ettirirler. Hukuk kurallarının toplum tarafından benimsenip, varlıklarını sürdürebilmeleri açısından da ahlak kuralları göreceli olarak önem taşır.
Ahlak kurallarının, toplum yaşantısını düzenleyen diğer bir kurallar sistemi olan hukuk kurallarından temel farklılığı, kuralların bir devlet tarafından cezai yaptırıma bağlanmamış olması ve bir yasa koyucu devlet kurumu tarafından değil, halkın kendi kendiliğinden ortaya çıkardığı kurallardan
5ibaret olmasıdır. Hukuk kurallarının ahlak kurallarından bir diğer farklılığı, hukuk kurallarının, ahlaki kurallarla çelişmemekle birlikte toplumların, zamana göre ve toplumdan topluma değişebilecek olan ekonomik ve siyasi yaşantılarının bazı ihtiyaçlarına somut ve detaylı olarak karşılık vermeyi amaçlamalarıdır.
Toplumların en temel ahlaki değerleri olan, iyi ve kötü değerlerinin yanı sıra, adalet, güvenilirlik ve eşitlik gibi diğer ahlaki değerler de, iyi ve kötü değerleri ve birbirleriyle bağlantılı olarak ön plana çıkarlar. Rasyonelleşme sürecine girmiş toplumlarda ön plana çıkan bir başka önemli ahlaki değer de özgürlük değeridir.
Güvenilirlik değeri ve güven ilkesi, dürüstlük, yalan söylememek, hile ve sahtekarlık yapmamak, insanları aldatmamak, diğer insanlara fiziksel, maddi ve manevi zarar vermemekle sağlanır. Güven ilkesinin toplumda yerleşmesi ve uygulanması, o toplumu oluşturan insanların güven içerisinde bir arada yaşamalarını sağlayacaktır.
Adalet değeri ve ilkesi ise, eşitlik ilkesinin toplumlarda uygulanmasıdır. Kişi sadece kendisini değil, bencilliğini sınırlayarak, toplumda yaşayan diğer insanları da düşünerek kendi çıkar ve yararlarının yanı sıra, diğer insanların çıkar ve yararlarını da, ilgili toplumdaki ahlaki istisnalar ve eşitlik anlayışı çerçevesinde, her insana eşit davranmak şartıyla gözetecektir. Kimlerin ve hangi durumların eşit kabul edileceği,
6zamanın ve toplumların değişen şartlarına göre değişir. Fakat, bir toplumda eşit kabul edilmiş kişi ve durumlara, eşitlik ilkesinin uygulanması gerektiği anlayışı, kısacası adalet değeri değişmez. Köleliğin kabul edildiği bir toplumda, bir köleye, bir vatandaştan farklı davranılması adaletsizlik olarak değerlendirilmez. Ancak, bütün insanların eşit sayıldığı veya sayılması gerektiği günümüz toplumlarında, herhangi bir insana, hukuki ve haklı bir gerekçe yokken aynı durumlarda farklı davranılması, adaletsizlik olarak değerlendirilir.
İyi değerini kişisel ve toplumsal açıdan farklı anlamlar taşıdığı için kişisel ve toplumsal açıdan farklı olarak incelememiz gerekir.
Toplumsal açıdan iyi değerini incelediğimizde, iyi ve iyilik kavramından, değer ve ilkesinden, karşımıza bencilliğin sınırlanması ve başkalarının düşünülmesi, toplumu oluşturan diğer insanların yarar ve çıkarlarının gözetilmesi gerçeği çıkar. Her toplumda, toplumsal açıdan iyi insan, bencilliğini sınırlayıp, diğer insanların yarar ve çıkarlarını da gözeten insandır. İyilik, kendi bencilliğini sınırlayarak, başkalarına yardımcı olmak, başkalarına, onların istek, yarar ve çıkarlarına saygı göstermektir.
En temel ahlaki olumlu değer olan, toplumsal açıdan “iyi” değeri ve toplumsal açıdan olumlu davranış ölçütünün oluşması ve ortaya çıkmasının nedeni ve kısaca ahlakın amacı, toplum yaşantısına düzen getirmek, toplumu oluşturan insanların güven içerisinde yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlamaktır.
7Kişisel açıdan iyi ise, (istisnai bir durum olarak kişi, kendine özgü bir ahlak anlayışı ya da felsefi bir anlayışa bağlı olarak bir iyi kavramı ve anlamı geliştirmemişse), kişinin temel içgüdülerinin, sosyal ve türevsel içgüdülerinin, kişinin içinde yaşadığı toplumun normlarının ve kişiden beklentilerinin ve bunlardan kaynaklanan eğilim, tutku ve isteklerinin karşılanmasıyla oluşan haz ya da mutluluktur. Kişisel açıdan iyi, hem kişisel, hem de toplumsal istek ve beklentileri karşılamaya yönelik bir sentezdir. Bu sentezi, Freud’un anlatımıyla, içgüdü kaynaklı isteklerle, süper ego’yu oluşturan toplumun kuralları ve beklentileri arasında ego’nun gerçekleştirmekte olduğunu söylemek mümkündür.
Kişilerin içgüdüsel ve içgüdülerinden kaynaklanan ihtiyaç ve istekleri ve toplumsal beklentilere verdiği önem ve değer, kişiden kişiye değişeceği için kişisel açıdan iyi, sübjektif ve değişkendir. Toplumsal açıdan iyi ise, çok daha somut, genel ve en azından tezahürleri açısından gözlemlenebilir ve öngörülebilirdir. Kişisel açıdan iyi ve toplumsal açıdan iyi kavramları, birbirlerinden ayırt edilmeden kullanıldıkları zaman, kavram ve anlam karışıklığı oluşabilmektedir. Sosyolojik ahlak açısından, temel ahlaki değer olan iyi kavramı, kişisel açıdan değil, toplumsal açıdan iyi kavramıdır.
İyilik, adalet ve güvenilirlik değer ve ilkeleri, bir toplumda kabul edilmiş ayrımlar dışında eşit statüde olduğu kabul edilen kişilere eşit davranılmasını gerektirir. Dolayısıyla eşitlik ilkesi, ahlaki değerlerin ve kuralların hayata geçirilebilme ve uygulanabilme şartını oluşturur. Toplumlar rasyo-
8nelleştikçe, eşitlik ilkesinin de önemi ve kapsamı artar. Aynı süreç içerisinde, iyilik, adalet ve güvenilirlik gibi temel ahlaki değerlerin gerçekleştirilme aracı olmasının yanı sıra, ayrı bir ahlaki değer olarak ön plana çıkar.
Özgürlüğü, kişinin istediğini yapabilmesi olarak anlarsak, bu anlamda mutlak bir özgürlük var olamaz. Zira, toplumların ahlak ve hukuk kuralları, her isteyenin her istediğini yapmasını engeller. Ahlak kuralları, toplumu oluşturan insanların farklı içgüdüsel istek ve ihtiyaçlarının birbirleriyle çatışmalarını ve birbirlerini engellemelerini önlemek için, kişilerin davranış serbestilerini, davranış özgürlüklerini sınırlar. Ancak, bu sınırlar içerisinde bir davranış serbestisi ve özgürlük alanı tanır. Ahlaki kurallar, değerler ve ilkeler, ahlak kurallarının kişilere tanıdığı bu özgürlük alanlarına ve özgürlüklere saygı göstermeyi gerektirir. Hukuk düzeni oluşturan toplumlarda, hukuk kuralları, ahlak kurallarının işlevlerinin önemli bir bölümünü üstlendikleri ve ahlak kurallarıyla çelişemeyecekleri için, ahlakilik, ilgili toplumun hukuk düzeninin, kendi toplum üyelerine tanıdığı hak ve özgürlüklere de saygıyı gerektirir.
Demokratik ülkelerde bu hak ve özgürlüklerin, en azından kişi hak ve özgürlükleriyle beraber, siyasal hakları ve özgürlükleri de ihtiva etmesi gerekir. Dolayısıyla, ahlakilik, kişinin kendi toplumundaki hukuk düzeninin, toplumu oluş-
9turan toplum üyelerine tanıdığı hak ve özgürlüklere saygıyı, kendi toplumu dışındaki insanların da, kendi toplumlarında sahip oldukları temel hak ve özgürlüklere saygı göstermeyi gerektirir.
Demokratik ve demokratik olmayan toplumlarda, ülke vatandaşlarının sahip oldukları hak ve özgürlükler, birbirlerinden farklı olabilecekleri için, kişilerin öncelikle, bütün insanların en temel insan hak ve özgürlüğü olan yaşama hakkına ve diğer kişi haklarına saygı göstermelerinin ahlaki bir gereklilik olduğunu söylemek mümkündür.
Özgürlüğü gerçek ve bilimsel nedenlerden bağımsız bir nedensellik, diğer bir deyişle, Kant’ın düşündüğü anlamda, nedenselliği kişinin kendi düşüncesinde başlattığı tinsel bir nedensellik olarak anlarsak, bu tür bir özgürlük ancak metafizik bir özgürlük olabilir. Kişilerin bilinçli olarak, ahlaklı olmayı seçmelerini de, ahlaki özgürlük olarak nitelendirmek mümkündür.
Toplumları oluşturan insanlar, bir yandan, ahlaki kuralları ve değerleri, toplumun bu kural ve değerleri kültür ve eğitim yoluyla kendilerine bilinçli olarak aktarmasıyla öğrenir ve bu değerlerin önemli bir kısmını içselleştirirler. Diğer yandan, toplumdaki ahlaki kural ve değerleri bilinçsiz olarak, farkında olmadan taklit etme, örnek alma, koşullanma gibi öğrenme yollarıyla öğrenir ve içselleştirirler.
10İçselleştirilen değerler, insanların kendi davranışlarını motive eden, engelleyen, etkileyen, kendi davranışlarını ve başkalarının davranışlarını değerlendiren, yorumlayan ahlaki duygu, vicdan ve sezgiler olarak ortaya çıkar. Toplumların ahlaki yaşantılarında, ahlaki davranışlar ve tepkiler çok büyük oranda duygular ve duygusal tepkiler eşliğinde kendini gösterir. Ancak, toplumu oluşturan insanların rasyonelleşmeleri ve düşünme kapasitelerinin gelişmesine paralel olarak, özellikle değer çatışmaları gibi durumlarda, bilinçli ahlaki değerlendirmeler ve davranışlar artış gösterir.
Temel içgüdüler olan, yaşama ve cinsellik içgüdüleri, toplumsal yaşamın gerektirdiği kısıtlamalar ve yeni ihtiyaçlar nedeniyle, savunma mekanizmalarının da etkisiyle, ikinci derece içgüdüler veya türev içgüdüler olarak da adlandırabileceğimiz içgüdülere ya da istek, eğilim ve tutkulara dönüşür. Bu türev içgüdülerin veya istek, eğilim ve tutkuların, mutlaka bencil olması gerekmez, kişiden kişiye değişen ölçü oran ve biçimlerde sevgi, yardımseverlik, dayanışma gibi özgeci içgüdüler eğilim ve ihtiyaçlardan söz etmek mümkündür. Bu tür içgüdü, eğilim ve ihtiyaçlar, toplumun ahlaki davranış beklentileriyle uyum gösterirler.
Toplumların ahlaki değer ve kurallarının ortak özelliği, toplumu oluşturan insanların tümünün, ahlaki istisnalar ve toplumun değişebilir eşitlik anlayışı haricinde eşit ölçüde gözetilmesidir. Bu özelliğin içeriğinde bulunan ahlaki değer ve kuralların genelliği özelliğinin bütün insanları kapsaması gerektiği düşüncesi, gözetilmenin, üyesi bulunulan toplumun
11tümünü kapsaması kadar eski bir geçmişe sahip olmayabilir. Tarihsel süreçte, toplumun tümünü kapsayacak hukuk kuralları ve değerlerinin geçerlik kazandığı toplumlarda, tüm insanların da ahlaki olarak gözetilmesi düşüncesinin en azından mevcut olduğunu düşünmek gerekir. Zamanla bu düşüncenin yaygınlaşarak evrenselleşmiş olduğu söylenebilir.
Ahlaki değerlerin bir kısmi sübjektiftir, ancak evrensel ahlaki değerler de vardır. İyi değeri, toplumu oluşturan herhangi bir birey açısından ele alındığında sübjektiftir. Ancak toplum açısından iyi değeri, toplumun devamlılığını sağlayıp, varlığını sürdürebilmesi için, bencilliğin sınırlandırılması ve başkalarının düşünülmesi, toplumu oluşturan diğer insanların yarar ve çıkarlarının gözetilmesi anlamında evrenseldir. Toplum açısından iyilik, kendi bencilliğini sınırlandırarak başkalarına yardımcı olmak, başkalarının yararlarına ve çıkarlarına saygı göstermektir. Temel ahlakilik kıstası ve değeri olan, toplumsal açıdan “iyi” değeri bu nedenle evrenseldir.
Keza, temel ahlaki değerlerden biri olan adalet değeri de, eşitlik anlayışının eşit statüdeki kişilere ya da benzer durumlara uygulanması anlamında evrenseldir. Eşitlik anlayışı toplumdan topluma değişebilmekte ancak adalet değerinin eşit durumda olanlara eşit şekilde uygulanacağı anlayışı değişmemektedir. Aynı durum bir diğer temel ahlaki değer olan güvenilirlik değeri için de geçerlidir. Dürüstlük, yalan söylememek, hile ve sahtekarlık yapmamak, insanları aldatmamak, başka insanlara fiziksel, maddi ve manevi zarar vermemek, ahlaki kurallara uymak anlamında güvenilirlik değeri, toplumdaki insanların güven içerisinde bir arada yaşamalarını
12ve toplumun varlığını sürdürebilmesini sağlayacağı gibi, toplumun bu değere sahip kişilere güven duymasını da sağlar.
Zamanımızın en rasyonel toplumlarında bile, hukuk kurallarının, toplumdaki ahlak kurallarıyla, çelişmemesi gerektiğine göre, bundan yaklaşık dört bin yıl önce yapılmış, Babil, Hammurabi kanunlarının, ilgili toplumun ahlak yaşantısı ve kurallarıyla çok daha fazla örtüşeceği aşikardır. Hammurabi kanunlarında da, ahlaki temel değerler olan toplumsal açıdan iyi, adalet ve güvenilirlik değer ve ilkelerinin, o toplumun eşitlik anlayışı ve ahlaki istisnaları çerçevesinde geçerli oldukları kanıtlanmaktadır.
Bütün insanların gözetilmesi gerektiğine ilişkin ahlaki ilke ve özelliğin ise, Hammurabi kanunları, Babil ülkesinin sınırları dahilinde geçerli oldukları için bu kanunlarla kanıtlanma imkanı yoktur. Ancak, Yunan site devletlerindeki düşünürlerin zamanımıza ulaşan düşünceleri arasında bu düşünce ve özelliğin de ifade edilmiş olması, bu ilkenin, yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce en azından düşünce olarak var olduğunu kanıtlamaktadır.
Dolayısıyla, bu değerlerle bağlantılı ve bir bütünlük oluşturacak şekilde, toplumu oluşturan insanların tümünün ahlaki istisnalar ve farklı eşitlik anlayışları haricinde eşit olarak gözetilmesi ve bu özelliğin, hiçbir ayırım gözetilmeden tüm insanlara yönelik olması da ahlakın evrensel özellikleridir.
Mead’ in bu konuyla ilgili görüşü; “Bence, hepimiz, ötekilerin çıkarlarını, kendi çıkarlarımıza karşıt olsa bile kabul etmemiz gerektiğini ve insanın bu bilgiye uymakla kendini feda etmeyip, daha kapsamlı bir kimlik oluşturduğunu duyumsarız,” şeklindedir.
13Mead’e göre, ahlaksal açıdan önem taşıyan normları değerlendirirken aldığımız bakış açısı, tüm ilgililerin iyi bilinen çıkarlarının tarafsız bir biçimde giderilmesine izin vermelidir; çünkü ahlaksal normlar doğru anlaşıldığında ortak, genel bir çıkar ortaya koyarlar. “Hem yararcılar, hem de Kant, temel normların evrenselliği isteminde birleşirler. Her iki okul da, her iki görüş de, ahlaksal bir eylemin genel olması gerektiğine inanır. İki okul da, ahlakın genellik anlamına geldiğini, ahlaksal eylemin basitçe bir kişisel olay olmadığını kabul eder. Ahlaksal bakış açısından bakıldığında iyi şey, herkes için iyi olmalıdır.”8
Schopenhaur’ a göre, “Sadece kendi iradesinin tatminini arayan kötücül insanların bencilliğinden ahlaksızlığın çıktığı yerde, başka insanların acısını kendi acısı bilen insanın merhameti ve duygusallığından gerçek ahlaklılık doğar.”9
Spencer, her insanın kendi hayatını koruyup sürdürmesini ve geliştirmesinin, dolayısıyla da kendi hazzının peşinden koşmasının sadece doğal bir zorunluluk veya rasyonel bir davranış değil fakat aynı zamanda bir görev olduğuna inanır. Bununla birlikte, bu amaca insanlar, her ne kadar evrimci hipotezle pek tutarlı olmasa da, ancak başkalarına yardım etmek suretiyle erişebilirler. Çünkü ona göre, başkalarını gözeten bir ilgiyle hareket edilmediği zaman, kişinin kendi refah ve mutluluğu tehlikeye girer. Egoizm ve diğergamlık arasında bir uzlaşmaya ihtiyaç vardır. Kişisel ve genel mutluluk birbirine bağlıdır.10
14Spencer’a göre, gelecekte özgecilik, egoizme ağır basacaktır, oysa şimdi ağır basan egoizmdir.11
Ahlak kuralları ve değerleriyle, hukuk sistemi ve hukuk kuralları arasındaki temel farklardan birisi, ortak ahlaki değerlerin ve ortak ahlak kurallarının bütün insanlar için geçerli olmasına karşın, hukuk kurallarının ilgili ülke sınırları içinde geçerli olmasıdır. Ancak, bir hukuk sisteminin ahlaki ilkelerle ve değerlerle çelişmesi uzun vadede mümkün olamayacağı için toplumsal açıdan iyilik, güven, adalet gibi temel ahlaki değer ve ilkeleri ve ortak ahlak kurallarının da, bütün hukuk sistemlerinin temelinde olan veya olması gereken hukuk ilke ve değerleri oldukları söylenebilir. Hukuk kurallarının da, yine toplumca kabul edilmiş eşitlik anlayışları dahilinde, ilgili toplumu oluşturan insanların tümünü eşit ölçüde gözetmesi gerekir. Çağdaş hukuk kurallarının da evrensel hukuk ilke ve değerleriyle uyum içerisinde olması gerekir.
Habermas’a göre, “Hukuk düzeni, yalnızca kültürel bir bilgi türü olmayıp, aynı zamanda kurumsal düzenlerin temellerini de oluşturur.”12
Hukuk kuralları, devletlerin, toplumların ve kurumların temelini de oluşturduğuna göre, hukuk kurallarının ortak ahlaki kural ve değerlerle çelişmemesi gerektiğini belirttiğimizde, ilgili kurumların ve toplumların temelinde de aynı ortak ahlaki değerlerin ve kuralların bulunması gerektiği söylenebilir.
15Ahlakın toplumlar üzerindeki göreceli olarak azalan etkisini kişilerin içselleştirdikleri ahlaki değer, inanç ve düşüncelerde, kısacası ahlakla ilgili durumlarda verdikleri duygusal tepkilerde gözlemleyebiliriz. Dünya genelinde ahlak kurallarının etkisinin azalmasını başlıca iki nedene, dünya genelindeki rasyonelleşme sürecine ve kapitalist ekonomik sistemin etkisine bağlayabiliriz.
Modernleşmenin dünya genelinde göreceli olarak yaygınlaşması kapsamında, dünya genelinde rasyonelleşme de yaygınlaşmıştır. Aklın kullanımının yaygınlaşması, aklın ürü-
nü olan bilim ve teknolojinin, toplumların yaşantısında etkili olmasını sağlamıştır. Bilim ve teknolojinin, insanların maddi ihtiyaçlarını karşılamada sağladıkları başarı, aklın kullanımının daha da artmasına ve yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu süreçte rasyonelleşmenin, toplumların ve insanların yaşamları üzerindeki etkisi artarken, inanç sistemlerinin etkisi göreceli olarak azalmıştır. İnanç sistemlerinin toplum yaşantılarındaki etkisinin azalması, yaptırım güçlerini önemli oranda dini inançlardan alan ahlak kurallarının ve değerlerinin de toplum yaşamlarındaki etkilerinin azalmasına neden olmuştur.
Diğer yandan, kapitalist ekonomik sistemin gelişmesi ve toplum yaşamlarındaki öneminin gittikçe artması, kapitalist ekonomik ilişkilerdeki araçsal rasyonelliğin, toplum yaşantısının diğer alanlarına da yayılarak, ahlaki kural ve değer-
16leri zayıflatmasına neden olmuştur.
Weber, kapitalist ekonomik sistem ve rasyonelleşmenin ahlak üzerindeki etkisini şu şekilde yorumlar; “Hepsinden önemlisi, ahlaki dinlerle ilgili olarak asla açıkça ifade edilmeyen ancak çok güçlü bir biçimde kuşkuyu uyandıran şey, salt ticari ilişkilerin tüm kişi dışı ve ekonomik bakımdan rasyonelleşmiş fakat yine bu nedenle ahlaki bakımdan irrasyonel karakteridir…. Ekonominin, pazar yerindeki birlik temelinde artan kişi dışılığı kendi kurallarını izler, bunlara itaatsizlik ekonomik başarısızlığa ve uzun vadede ekonomik çöküşe yol açar.”13
Parsons, ise Weber’den farklı düşünmektedir.”Kanımca, Protestan etiği ölmekten çok uzaktır. Bu gün de geçmişte yaptığı etkileri ve yönlendirmeleri, yaşamın çok önemli bir kesimine duyurmaya devam etmektedir. Mesleklerimizde işlerimizi değer rasyonel yapmaktayız ve bunu aynı düzeyde dinsel bir alt alandan yaparız. Kanımca modern toplumun etkili araçları bu türden bir değer biçmenin yüce gönüllü bir bileşeni, olmadan işleyemezdi.”14
Parsons, modern toplumlarda dinsel ve metafizik dünya imgelerinin parçalanmasıyla dayanışmacı ilişkilerini ve yaşamlarını artık kesin düşüncelere yöneltemeyen bireylerin kimliğinin tehdit altında olduğuna inanmamaktadır. Parsons, daha çok modern toplumların halk kitlesi için kıyaslanamaz bir özgürlük artışına yol açtıkları kanısındadır.15
Habermas’ın konuyla ilgili görüşü ise şu şekildedir;
17“Sosyolojide toplumsal evrimin aşamalarını, kabile toplumları, geleneksel ya da örgütlenmiş toplumlar ve de(farklılaşmış bir iktisat dizgesine sahip) modern toplumlar arasında ayrım yapma uzlaşımı oluşturur. Bu aşamalar, dizge görünümünden her biri yeni ortaya çıkan dizgesel mekanizmalarla ve bunlara karşılık düşen karmaşıklık düzeyiyle karakterize edilir. Bu çözümleme düzleminde dizgenin ve yaşama evreninin birbirinden koparılması, önceleri az farklılaşmış bir toplum dizgesiyle birlikte var olan yaşama evreninin, giderek diğerinin yanında bir alt dizgeye indirilmesi biçiminde oluşur. Bu sırada dizgesel mekanizmalar, toplumsal bütünleşmenin üzerlerinden gerçekleştiği toplumsal yapılardan gitgide daha büyük ölçüde kopar. Modern toplumlar, özerkleşmiş örgütlenmelerin dilden arındırılmış iletişim araçları üzerinden birbirleriyle bağlantı içinde oldukları bir dizge farklılaşması düzlemine erişirler. Dizgesel mekanizmalar normlarla ve değerlerle bağlantısı büyük ölçüde kesilmiş bir toplumsal ilişkiyi, yani, Weber’in tanıladığı gibi, ahlaksal pratik temellerinden bağımsızlaşmış, amaçsal rasyonel iktisadi ve yönetim eyleminin alt dizgelerini yönetirler.
Aynı zamanda yaşama evreni, bir bütün olarak toplum dizgesinin varlığını tanımlayan bir alt dizge olarak kalır. Bu yüzden dizgesel mekanizmaların yaşama evreninde sağlamlaştırılmaları gerekir.
…modern toplumlarda normlarla uyumlu tutumlara ve kimlik oluşturan toplumsal aidiyetlere artık izin vermeyen, bunları daha çok çevreye iten, örgütlenme biçimli ve araçlarla yönetilen toplumsal ilişki alanları oluşur.”16
18Durkheim, bu konuyla ilgili olarak, “Ahlakın-bundan yalnız inakların değil, törelerin de anlaşılması gerekirkorkunç bir bunalımdan geçmekte olduğu haklı olarak belirtilmiştir. Yukarda söylenenler, bu sağlıksız durumun nitelik ve nedenlerini anlamamıza yardım edebilir. Toplumlarımızın yapısında ve çok kısa süre içinde, derin değişiklikler ortaya çıkmıştır; tarihte başka örneği görülmemiş bir hız ve ölçüde, parçacıl türü aşmışlardır. Böylece bu toplum türünü karşılayan ahlak gerilemiş, ama onun vicdanlarımızda boş bıraktığı alanı dolduracak ahlak gereken hızla gelişmemiştir,” demektedir.17
Durkheim’a göre ahlaki bunalımın nedeni, modern toplumların mekanik işbölümünden, organik işbölümüne geçmeleri ve organik işbölümünün yeni bir ahlak gerektirmesidir.
Marx ise, emeğin soyutlanması sürecini, toplumsal olarak bütünleştirilmiş eylem bağlamlarının nesneleştirilmesiyle açıklar. “…bu nesneleştirme, etkileşimlerin artık normlar ve değerler üzerinden ya da anlaşma süreçleri üzerinden değil, tersine takas değeri aracı üzerinden koordine edilmeye başladıklarında ortaya çıkar. Bundan sonra taraflar, ilk planda eylemlerinin sonuçlarıyla ilgilenirler. Ve amaç rasyonel bir biçimde sanki bunlar ikinci bir doğanın nesneleriymiş gibi ‘değerlere’ yönlendiklerinde, birbirlerine ve kendi kendilerine karşı nesneleştirici bir tutum alırlar, toplumsal ve iç dünyalarındaki ilişkilerini araçsal ilişkilere dönüştürürler. Bu bakımdan somut işgücünün soyut işgücüne dönüştürülmesi, hem ortak yaşamın hem de her bireyin kendi yaşamının dönüştürülmesi anlamına gelir.”18
19Habermas, Marx’ın konuyla ilgili düşüncesini, şeyleşme süreçlerinin sadece ekonomi dizgesinin etkisiyle oluşmadığını, bu süreçte yönetim dizgesinin de , ekonomi dizgesi gibi etkili olduğunu belirtir.19
Habermas, ayrıca, sadece ekonomi dizgesinin altyapı görevi üstlenmediğini, bazı durumlarda yönetim dizgesinin de altyapı görevi üstlendiğini savunur.20
Kanımca, Habermas’ın ifade ettiği sistemi oluşturan ekonomi ve yönetim dizgelerinin yaşam dünyası üzerindeki şeyleştirme ve sömürgeleştirme etkisini, yönetim dizgesinden çok daha fazla oranda, ekonomi dizgesi gerçekleştirir. Habermas’ın, İletişimsel Eylem Kuramı’nda örneklerini verdiği gibi, yönetim dizgesi içerisinde bürokrasi, kapitalizm dönemindeki kadar gelişmiş olmasa da, kapitalizmden önce de vardır. Kapitalizm sürecinde ise, bürokrasi sadece yönetim dizgesinde değil, ekonomi dizgesinde de yaygın olarak uygulanır. Araçsal rasyoneliteyi de, bilim ve teknolojinin kullanımını, ilgili tarihsel dönemin imkanlarıyla sınırlı tutarak, amaca uygun araç seçimi ve kullanımı olarak düşünürsek, araçsal rasyonelitenin kapitalizmden önce de toplumlarda özellikle yönetim dizgesinde yaygın ve etkili bir şekilde kullanıldığını söylemek mümkündür.
Marx’ın altyapı olarak tanımladığı ekonomi dizgesinin alt yapı görevini, Habermas’ın belirttiği gibi, bazı durumlarda yönetim dizgesi de üstlenebilir. Ancak, son tahlilde ve tarihsel sürece makro düzeyde baktığımızda ekonomi dizgesinin genelde altyapıyı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
20Toplumsal yapıyı, tipolojik olarak, ekonomi, yönetim ve kültürel alan dizgelerinden oluşan üç parçalı bir yapı olarak düşünüp, her üç dizgenin de birbirleriyle karşılıklı etkileşim içerisinde olduğunu ve kültürel alan dizgesinin de kimi zaman alt yapı rolünü üstlendiğini ifade edebiliriz. Bu duruma, Müslümanlığın yönetim ve ekonomi dizgelerine alt yapı olarak etkisini örnek olarak gösterebiliriz. Ayrıca, ekonomi ve yönetim dizgelerinin alt yapı görevi üstlenerek toplumu ve diğer dizgeleri etkilemeden önce, mutlaka kültürel alan dizgesinde bazı değişikliklerin olması gerekir. Diğer bir deyişle, ekonomi veya yönetim dizgelerinin, bütün toplumu etkileyecek, yönlendirecek bir alt yapı oluşumu haline gelebilmeleri için, öncelikle belli düşünce, inanç, bilgi, tutum ve değerlerin oluşması gerekir.
Bu sürece örnek olarak, Fransız, Amerikan ve Rus devrimlerini yönetim dizgesi olarak bir alt yapı oluşumu şeklinde gerçekleşebilmeleri için, kültürel alan dizgesinde belli düşünce, bilgi, inanç ve değerlerin oluşması gerekmiştir. Bu düşünce ve değerlerin benimsenmesinin etkisiyle bu devrimler oluşmuş ve yönetim dizgesi, ilgili toplumlar için alt yapı görevini üstlenmiştir. Ancak, bu süreçlerde ekonomi dizgesi ve ekonomik şartların da, gerek kültürel alandaki düşünce ve değerlerin ortaya çıkmasında ve benimsenmesinde gerekse doğrudan halk kitleleri üzerindeki etkileri nedeniyle bu süreçlerde oldukça etkili olduğunu dikkate almak gerekir.
Keza ekonomi dizgesinin de, alt yapı olarak toplumu etkilemesinin gerçekleşmesi için kültürel değer alanında oluşacak, düşünce, bilgi, inanç ve değerlerin, kimi zaman yönetim
21dizgesindeki değişmelerle birlikte ekonomi dizgesi üzerinde etkili olmaları gerekir.
Dizge ve sistem ayrımı, gerçek toplum yaşantısını bütünüyle yansıtan bir ayrım değil, tipolojik bir ayrımdır. Gerçek toplum yaşantısında, ekonomi, yönetim ve kültürel alan dizgeleri iç içe geçmiştir. Aynı kişiler, aynı gün içerisinde farklı dizgelerin içinde bulunabilecekleri ve bulundukları gibi, aynı anda farklı dizgeleri ilgilendiren toplumsal eylem ve ilişkileri gerçekleştirebilirler.
Ahlaksal norm ve değerlerin zayıflama sürecine etkisi açısından yönetim dizgesi, ekonomi dizgesinden farklılık gösterir. Demokratik yönetimler dışındaki yönetim dizgeleri, toplumlarındaki meşruluk inancını, doğruluğu sorgulanamayan dinsel inançlar dışında, önemli ölçüde ahlakiliğinden alır. Söz konusu yönetim dizgesi, ne kadar çok toplumun tümünün yararını gözetir, ne kadar çok toplumun geneli için çalışır, ne kadar adaletli ve güvenilir olursa, kendi toplumundaki meşruluk inancı o ölçüde artar. Bu özellik ve değerler, temel ve ortak ahlaki özellik ve değerler oldukları için, ahlakiliğin yönetim dizgesi için önemi ortaya çıkar.
Özellikle, ekonomi dizgesinin, yönetim dizgesinden ve kültürel yaşam dizgesinden tipolojik anlamda ayrıştığı kapitalizm döneminde liberal demokrasiyle yönetilen toplumlarda yönetim dizgeleri, söz konusu ahlaki özellik ve değerlere sahip oldukları iddiasını taşırlar.
Kapitalizm dönemindeki ekonomi dizgesinde ise, kişilerin ve iktisadi işletmelerin amacı ve iddiası ya da amacı, halkın ya da toplumun çıkarına hizmet etmek değil, kendi
22çıkarına hizmet etmek, kar sağlayarak maddi çıkarlarını arttırmaktır. Ekonomi dizgesiyle, yönetim dizgesi arasındaki, ahlakilik açısından temel fark budur.
Ekonomi dizgesinde faaliyet gösteren işletme yönetimleri, rakipleriyle rekabet edebilmek, gelişen teknolojiye ayak uydurabilmek ve her şeyden önce faaliyetlerini sürdürebilmek için kar etmek, karını, gelirini arttırıp, sermayesini büyütmek, bunun için de araçsal rasyonel davranmak zorundadır. İşletmeler, üretimlerini, satışlarını sağladıkları hizmetlerini arttırıp, maliyetlerini düşürerek, karlarını, kar oranlarını, gelirlerini ve sermayelerini arttırmaya çalışırlar. Bu süreçte, ekonomik faaliyetlerin sürdürülebilmesi için gerekli güven ortamı öncelikle ve ağırlıklı olarak hukuki düzenlemelerle sağlanır. Bu durum ekonomi dizgesinde ahlaki kural ve değerlerin bütünüyle ortadan kalktığı anlamına gelmez. Ekonomik faaliyetlerin sürdürülmesi de temel bir ahlaki değer olan güvenilirlik değer ve ilkesinin ve diğer ahlaki değer ve kuralların belli oranlarda varlığını ve yaşamasını gerektirir.
Ekonomi dizgesinin kar sağlama ve çıkarını arttırma amacı ve bu amacın gerektirdiği araçsal rasyonellik anlayışı zamanla ekonomi dizgesinde faaliyet gösteren kişilerin ekonomik ilişkilerinin dışındaki ilişkilerine de yansıyarak, bu anlayışın sağladığı maddi çıkarların da etkisiyle, toplumun geneline yayılır. Bu durumda toplumdaki kişilerde ve kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinde, ahlakiliğin gerektirdiği, kendisiyle birlikte başkalarını da, konuyla ilgili herkesi düşünme anlayışının, diğer bir deyişle ahlaki değer ve kuralların ve ahlakın toplumdaki etkisinin azalmasına ve zayıflamasına neden olur.
23Ahlak toplumun bütünlüğünü, beraberliğini ve devamlılığını sağlayan kurallar ve değerler bütünü olarak, toplum yaşantısının ve toplumların temel kurumunu oluşturur. Hukuk düzeni geliştirmiş toplumlarda, hukuk kuralları, ahlak kurallarının işlevlerinin bir kısmını üstlenirler. Ancak ahlak kuralları, hukuk kurallarının temelini oluşturmanın yanı sıra, toplum yasantısındaki önem ve değerini göreceli de olsa korumaya devam ederler. Hukuk kurallarına daha fazla uyulmasını sağladıkları gibi, ahlak anlayışıyla uyuşmayan hukuk kurallarının oluşturulması durumunda bu kurallara uyulmasını ve bu kuralların yaşamasını zorlaştırırlar.
Kimi zaman da bu tür hukuk kurallarının yürürlükten kalkmasına neden olurlar. Ahlak kural ve değerleri, toplumu oluşturan insanlar için gerek kendi davranışları, gerekse toplumdaki diğer insanların davranışlarını ve karşılaştıkları olay ve durumları değerlendirmek için ölçüt oluşturur, kişilerin dünya görüşlerine bütünlük ve anlam kazandırırlar. Ahlak kuralları ve değerler sadece toplumu oluşturan toplum üyeleri için değil, aynı zamanda toplum kurumları için de ölçüt ve yol haritası oluştururlar
Rasyonelleşmenin modernleşme sürecindeki seyrinin, toplumlarda inanç sistemleri ve ahlaki norm ve değerlerin önemlerinin azalması ve araçsal aklın yaygınlık kazanması gibi etkilerinin yanı sıra, bilim ve teknikteki ilerlemeler, dünya genelinde maddi yaşam koşullarının geçmişe oranla
24önemli oranda olumlu yönde gelişmesi, modernleşen toplumlarda belli dönemlerde ve belli konularda özgürlük artışı gibi çok önemli olumlu katkıları da olmuştur. Araçsal aklın da bilim ve tekniğin gelişmesinde aynı olumlu rolü üstlendiği söylenebilir.
Rasyonellikten vazgeçmek mümkün olmadığına göre, yapılması gereken ahlaki pratik ve değer azalmasına rasyonel bir çözüm bulunmasıdır.
Akılcı etik ve ahlak söz konusu olduğunda, öncelikle Kant’ın ödev etiğini gözden geçirmek gerekir. Kant, ödev etiğinde, aklın, özgürlüğün gereği olarak kendi ahlak yasasını belirlemesini ve bu yasaya hiçbir yarar, eğilim, tutku v.s. gibi hiçbir nedenin etkisinde olmadan, sadece yasaya saygı gereği, koşulsuz olarak uyulması gerektiğini belirtir.
Kant’ın ahlak yasasının formülasyonları:
-“Eyleminin ilkesi, senin iradenle genel bir doğa yasası olacakmış gibi eylemde bulun,”21
-“İnsanlığa her defasında, kendi kişiliğine olduğu gibi, başka herkesin kişiliğinde de yalnız araç olarak değil, aynı zamanda amaç olacak şekilde davran,”22
-“İstemenin (iradenin) ilkeleri aracılığıyla, kendini aynı zamanda genel yasa koyucu olarak görebilecek şekilde eylemde bulun,” şekindedir.”23
Kant’ın ahlak yasası, belli bir eylem tarzını, mutluluk da dahil olmak üzere, arzu edilen her hangi bir sonuçtan bağımsız olarak emreden buyruktur. Bu yasa istendiği için kendisi-
25ne uyulan bir buyruk, bağlanılan bir yasadır. İçeriksiz olduğu, içerik bildirmediği, fakat sadece, bütün ahlaki ilke ve kuralların yerine getirmek durumunda olduğu gerekli ve yeterli koşulları gösterdiği için, formel bir yasadır.24
Kant’ın ödev etiği, duygulara ve sezgilere yer vermeyişi, içeriksiz ve formel oluşu, uygulama zorlukları, eylemlerin sonuçlarını dikkate almaması, temellendirme yoksunluğu gibi çeşitli nedenlerle eleştirilmektedir. Kant etiğini, dünya genelinde ahlaki pratik değerlerin azalmasına çözüm bulma isteği açısından değerlendirdiğimizde, kanımca, çözümü, yeni etik önerilerinde değil, toplumların tarihsel süreçteki, ahlaki yaşantılarından, toplumsal yaşam tecrübelerinden yola çıkarak, diğer bir deyişle, Kant’ın düşüncesinden farklı olarak, olgu’da
aramak gerekir.
Farklı toplumların farklı tarih dönemlerindeki, ortak ahlak kuralları ve ortak ahlaki değerlerini dikkate aldığımızda, bu ortak ahlaki kural , değer ve özelliklerin farklı toplumların, benzer tecrübelerinden çıkarılmış ortak sonuçlar ve çözümler olduğunu görürüz. Dolayısıyla, tarihsel süreçte, bütün toplumlarca tecrübe edilmiş ve yaşanan tecrübeler so-
nucu bulunmuş çözümler olan ortak ahlaki kurallar ve değerlerin, farklı toplumların ortak ahlaki kural ve değerlere duyduğu gereksinimleri karşılayacak en uygun denenmiş seçenekler olduğu kuşkusuzdur.
Söz konusu ortak ahlaki kural, değer ve özellikleri, günümüz toplumlarında da göreceli olarak fonksiyonlarının önemli bir bölümünü hukuk kurallarına devretmekle bera-
26ber, yaşamaya devam etmekte, hukuk kuralları için kaynak, ölçüt ve denetim unsuru oluşturmaktadırlar. Yazının önceki bölümlerinde ifade ettiğim, ortak ahlaki değerler olan toplumsal açıdan iyi, adalet ve güvenilirlik değerlerinin yanı sıra, toplumları oluşturan insanların tümünün eşit olarak gözetilmesi olarak nitelendirdiğimiz ortak ahlaki özelliğin de Kant’ın ahlak yasası formülasyonlarının her üçünü de önemli ölçüde temellendirmekte olduğunu görürüz.
Ortak ahlaki değer ve özelliklerle, Kant’ın ahlak yasası formülasyonlarının ayrıştığı nokta ise bu yasanın koşulsuz olması sonucu, yasanın uygulanmasının sonuçlarının dikkate alınmamış ve yanılabilirliğin göz ardı edilmiş olmasıdır. Ortak ahlaki değer ve özellikler, Kant’ın ahlak yasası formülasyonlarına temellendirme sağlayacağı gibi, onları göreceli olarak somutlaştırarak uygulama kolaylığı da sağlayacaktır. Ortak ahlaki özellik ve değerlerle, Kant’ın ahlak yasasını, yasanın koşulsuz olma özelliğini dışta bırakarak, eylemlerin sonuçlarını dikkate alarak, somutlaştırıp, temellendirdiğimizde, Kant’ın ahlak yasası formülasyonlarıyla uyumlu bir bütün oluşturduklarını görürüz.
Belli başlı bütün büyük ve yaygın dinlerde ve pek çok ülke kültüründe mevcut olan, “kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma,” ya da aynı anlamda, ‘başkasının sana nasıl davranmasını istiyorsan, sen de başkasına öyle davran,’ şeklindeki davranış ilkesi de, ortak ahlaki özellik, kural ve değerleri içermesi açısından, ahlaki kural ve değerlerin evrenselliği için kanıt ve örnek olarak gösterilebilir.
27Bu ilke, kişinin, ayrım yapmadan, başkalarını da gözettiği ve bütün insanları kendisiyle eşit görmekte olduğu için, ortak ahlaki değer ve özellikleri önemli ölçüde barındıran bir ilkedir.
Hobbes’un, “Leviathan,” adlı eserinde, doğa yasalarının kolaylıkla anlaşılmasını sağlayan kural ve doğa yasalarının özet ifadesi olarak nitelendirdiği, “kendine yapılmasını kabul etmeyeceğin bir şeyi, başkasına yapma,” ilkesi, kolay anlaşılırlık özelliğine de sahiptir.25
Ahlaki kural ve değerler, gelmiş geçmiş bütün toplumlarda, toplumun barış ve huzur içinde, en akılcı biçimde, birlikteliğinin ve devamının sağlanması için, toplumu oluşturan insanların nasıl davranmaları ve karşılaştıkları durum ve olayları nasıl değerlendirmeleri gerektiğinin, tarihsel süreçte sayısız defalar denenmiş ve kanıtlanmış bilgisini ve ölçütünü oluşturur. Hukuk kurallarının ahlaki kurallar ve değerlerle çelişmemesi gerekliliği de bu gerçekliğin başka bir kanıtı ve sonucudur.
Toplumların hukuk düzenleri, toplum hayatının en kapsamlı düzenleyicisi olarak, barındırdıkları değerlerle, toplumlar için en uygun yönetim düzenlerinin ne şekilde oluşturulması gerektiği ve hangi değerleri ihtiva etmesi gerektiği hakkında somut ve sayısız tecrübelerden geçerek onaylanmış fikirleri edinmemizi sağlarlar. Diğer bir deyişle, toplumlar için en ideal yönetim düzeni, ahlaki değerleri de içeren yönetim düzeni ve yönetim şeklidir.
28Ancak, adalet, iyi, güvenilirlik gibi değerler ve ilkelerin, toplum yaşantısının birlikteliğinin ve devamının en uygun ve akılcı şekilde sağlanması için, diğer insanların eşit olarak gözetilmesi anlamında evrensel değerler ve ilkeler olmakla birlikte, toplumdan topluma değişebilen eşitlik anlayışı, inançlar, kültürler ve ahlaki istisnalar çerçevesinde uygulandığını ve yaşandığını unutmamak gerekir. Bu nedenle, her toplum yönetim düzeni, bütün toplumlar için aynı sonucu vermez. Bir diğer önemli neden, yönetim düzenlerinin sadece ahlaki değerleri ve ilkeleri değil, ahlaki değer ve ilkelerin de temelinde olan yarar ilkesini de ihtiva etmeleridir.
Özellikle, yönetim düzenleri inanç temelli olan toplumlarda, diğer toplumlarla ve rasyonellik ilkeleriyle çelişen uygulamalar görülebilir. Bu durum sadece yönetim düzenleri inanç temelli olan toplumlarda değil, rasyonel olarak, akıl temeli üzerine kurulmuş yönetim düzenine sahip toplumlarda da görülebilir.
Tarihsel süreçte, toplumlarca yaşanmış, çeşitli gelişme ve tecrübeler sonucunda ortaya çıkmış, rasyonel toplum yönetim şekli olarak, rasyonelleşmiş toplumlar için en uygun yönetim şekli ve düzeni özgürlükçü demokrasidir. Rasyonelliğin gereği olarak, toplumu oluşturan halkın tümünün, yönetim ortağı olarak, kendi kendini yönettiği özgürlükçü demokrasi, üyelerinin tümünün ihtiyaç ve isteklerini gözetmesi ve halkın tümünün eleştiri ve düşüncelerine açık olması ve bu eleştiri ve düşüncelerin dikkate alınması ve halkın tümü tarafından yönetim uygulamalarının denetlenmesi gerektiği için, rasyonel, akılcı, çelişkilerin en aza indirildiği yönetim şekli ve düzenidir.
29Özgürlükçü demokrasinin var olabilmesi ve yaşayabilmesi için gerçek anlamda rasyonelleşmiş bir toplum kültürünün, toplum genelinde asgari oranda yaygınlaşmış olması gerekir. İdeal anlamda özgürlükçü demokrasinin, ortak ahlaki değerler olan, adalet, iyilik ve güvenilirlik değerlerini ve toplumdaki her insanın eşit olarak gözetilmesi ve her insanın yalnızca araç değil, amaç olarak görülmesi ilke ve özelliklerini barındırdığını söylemek gerekir.
Özgürlükçü demokrasi, ortak ahlaki değer, ilke ve özelliklerin yanı sıra bu değer, ilke ve özelliklerin sosyolojik ve tarihsel olarak temelinde bulunan toplumsal ve kişisel yarar ilkelerini de barındırır.
Tarihsel süreçte, liberal demokrasi, liberalizmden aldığı temel hak ve özgürlük anlayışıyla, Sartori’nin26 ifadesiyle eşitlik anlayışını, Habermas’ın27 ifadesiyle, Cumhuriyetçilerden aldığı, toplumun kurucu öğesi olma özelliklerini bir araya getirmiştir. Sartori,28 liberal demokraside, insan temel hak ve özgürlüklerinin önemine dikkat çekerken, Habermas’ın en çok önem verdiği husus, müşterek düşünce ve istek oluşturma sürecidir.
En yaygın ve kabul görmüş tanımıyla halkın halk için, halk tarafından yönetimi olan demokrasi, insan temel hak ve özgürlükleriyle, halk egemenliğini bir araya getirerek özgürlükçü demokrasi niteliğini kazanır. Özgürlükçü demokraside kendi kendini, kendisi için temsilcileri vasıtasıyla yöneten
30halkın temsilcilerini yönlendirebilmesi ve denetleyebilmesi için, insan temel hak ve özgürlüklerine sahip olması ve bu temel hak ve özgürlükleri kullanabiliyor olması gerekir.
Habermas, demokratik yönetim sistemlerinde meşruluğun kaynağının müşterek düşünce ve istek oluşturma süreci olduğunu ifade eder.29
Toplumu oluşturan toplum üyeleri, sahip oldukları ve kullanabildikleri insan temel hak ve özgürlükleri ve özellikle düşünce ve ifade özgürlüğü sayesinde eşit haklara sahip yönetim ortakları olarak, yönetimle ilgili düşünce ve isteklerini birbirleriyle karşılıklı iletişime geçip, tartışarak, birbirlerini etkileyip ikna ederek, elde ettikleri ortak düşünce ve istekleri seçtikleri temsilcilerine iletebilmektedirler. Kendi temsilcileri vasıtasıyla parlamentoda yine ayrı bir tartışma sürecinden sonra en uygun ve doğru yasalar çıkartılmakta doğru kararlar alınmakta ve uygulanmaktadır. Bütün bu süreçler yine eşit haklara sahip yönetim ortakları olan halkın temsilcileri vasıtasıyla, kendi istekleri ve düşünceleri doğrultusunda oluşturulmuş ve kabul edilmiş ilkeler ve yasalar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Yürütme organının uygulamaları da yine vatandaşlar ve bağımsız yargı organları tarafından denetlenmektedir. Böylece halk kendi kendini, kendisi için yönetmiş olmaktadır.
31Habermas, bu nedenle meşruluğun ortak düşünce ve istek oluşturma süreçlerinin gerçekleştirilmesine bağlı olduğunu iddia eder. Ancak, varsayılan bu demokrasi tanımı, günümüzün en sorunsuz demokratik ülke toplumlarının bile ulaşamadığı ideal bir demokrasi yaşantısı varsayımına dayanır. Günümüzdeki toplumların liberal demokrasi uygulamaları, insan temel hak ve özgürlüklerinin en fazla uygulanabildiği, liberal demokrasiyle yönetilen toplumlarda bile uygulanmakta olan kapitalist sistem ve araçsal rasyonelleşme süreçlerinin etkisiyle, ülke nüfuslarının önemli bir kısmı, kendisinin ve ailesinin maddi çıkarlarını gerçekleştirmeye odaklanmış, siyasi konuları önemsemeyen ekonomi insanlarından oluşur. Seçimlerde oy kullanmayı bile gereksiz gören pek çok kişinin olduğunu düşünürsek, siyasi konularda yeterli ve farklı düşünen kişileri ikna edebilecek ve ikna olabilecek bilgi, düşünce ve anlayış sahibi olan kişilerin sayısının çok daha az olduğunu görürüz.
Habermas’ın ideal demokratik toplum tasarımı öncelikle, siyasi açıdan kendi kendini yönetebilen, siyasi açıdan bireyleşmiş, siyasi konularda ve demokrasiyle ilgili konularda alternatif seçim tercihlerini bilinçli olarak yapabilecek, araçsal ve amaçsal rasyonel tercihler yapabilen bireylerin çoğunlukta olduğu bir toplum gerektirir. Bu tür bir otonom birey yapısının oluşabilmesi, gerekli eğitim düzeyinin, aile, arkadaş, iletişim ve etkileşim ortamlarının gerçekleşebilmesi, bunların gerçekleşebilmesi için de öncelikle düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere bütün insan temel hak ve özgürlüklerine
32sahip olunması ve bunların kullanılabilmesi gerekir. Keza, insanların birbirleriyle özgürce iletişime ve etkileşime geçerek fikir alışverişinde bulunup tartışarak, ortak düşünce geliştirme imkanına sahip olabilecekleri kamusal alanların varlığını gerektirir.
Habermas, kişi hakları, düşünce ve inanç özgürlüğü, seyahat ve hareket özgürlüğü, mektupların, elektronik posta ve elektronik haberleşmenin gizliliği ve mesken mahremiyeti özellikleriyle liberal demokrasi için özel yaşam ve mahremiyetin önemini ve dokunulmazlığını ifade ederken, totaliter sosyalist sistemlerle özdeşleştirdiği panoptik (gözetlemeci) devletin özel yaşama olan olumsuz etkisinden de söz eder.30
Günümüz demokratik toplum yaşantılarının gerçekleriyle bu ifadeleri karşılaştırdığımızda, panoptik devletin, panoptiklik özelliğinin artık, yeterli teknolojik imkanı olan, demokratik olsun ya da olmasın, neredeyse bütün devletlerce coğrafi sınır tanımaksızın, dünya genelinde gerçekleştirilen bir uygulama olduğunu, panoptik devlet kavramının artık, uygulamanın niteliği ve kapsamı açısından Orwell’in 1984’üyle kıyaslanamayacak oranda çoklu bir “panoptik dünya” kavramına dönüştüğünü, kamusal alanın , özellikle özgür ve manipüle edilmeyen kamusal alanların önemli ölçüde ortadan kalktığını, özel yaşam alanlarının ve özel yaşamın ise, yine, genelde önemli ölçüde ve özellikle gerçek, özgürlükçü demokrasiyi savunmaya çalışanlar için bütünüyle yok olduğunu ve özgürlükçü demokrasiyi savunmanın dünya genelinde, diğer zorluklar ve engellemelerin yanı sıra hayati bir risk
33oluşturabileceğini düşündüğümüzde, diğer olumsuzlukları dikkate almasak dahi, en demokratik toplumların bile, Habermas’ın sözünü ettiği özelliklere sahip demokratik toplum idealinden çok uzakta bulunduğu aşikardır.
Bu gerçeklerden, insan temel hak ve özgürlükleri ve özgürlükçü demokrasinin geleceği açısından daha da vahim ve tehlikeli olan konu, bu gerçekler karşısında, dünya genelinde en demokratik ve özgürlükçü, akademik, siyasi ve entelektüel çevrelerden bile yok denebilecek kadar az tepki gelmesi, bu durumun normal kabul edilmesidir.
Halkın halk tarafından halk için yönetimi anlamında demokrasinin de, günümüz gerçeklerine uzak bir ideal olduğu iddia edilebilir. Ancak, meşruluk tanımının, demokrasi tanımı gibi bir ideali değil, hukuki geçerlilik anlamını taşıdığı için en azından günümüzde ulaşılması mümkün bir sosyal gerçekliği ifade etmesi gerekir. Kaldı ki, demokrasi tanımının da ülke toplumları açısından doğrudan demokrasi anlamında olmasa da, temsili demokrasi anlamında ulaşılması mümkün bir sosyal gerçeklik olduğu söylenebilir.
Özgürlükçü demokrasilerde hukuk düzeni ve yönetim sistemi meşruluğunu, toplum sözleşmesi mahiyetindeki somut anayasalarda tezahür şekli ifade edilmiş olan halk egemenliğinden alır. Halk egemenliğinden kaynaklanan halk iradesi ya da halkın rızasıyla oluşturulmuş olan bu anayasalarda halk egemenliğinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan insan temel hak ve özgürlükleri belirtilir. Belirtilmiş olan bu insan temel hak ve özgürlüklerinin, halk egemenliğinin ve halk egemenliğinden kaynaklanan halkın iradesi ya da halkın rızası-
34nın gerçekleşebilmesi için uygulanabilir olmaları gerekir. Bu gereklilikte yine aynı anayasalarda ifade edilmiş denge ve denetleme mekanizmalarıyla sağlanır.
Böylece, halk egemenliği ve insan temel hak ve özgürlükleri, birbirlerinin varlık ve gerçekleşme şartlarını oluşturdukları için aralarındaki ihtilaf ta giderilmiş olmaktadır. Kanımca, özgürlükçü demokrasilerde mevcut dünya koşulları ve demokrasilerin uygulanma koşulları dikkate alındığında, ilk aşamada, uygulanabilirlik şartıyla insan temel hak ve özgürlüklerinin, bu temel hak ve özgürlükler kapsamında, kişi hakları ve siyasal hakların ve kişi hakları ve siyasal haklar ve özgürlüklerin gerçek anlamda uygulanabilmesini sağlayacak olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakların gerçekleştirilmesi yeterli olacaktır. İkinci aşama, bu temel hak ve özgürlüklere sahip olan toplumlardaki insanların en azından çoğunluğunun, bu temel hak ve özgürlükleri bilinçli olarak kullanmalarını sağlamak olmalıdır. Ancak, bu aşama da gerçekleştirildikten sonra, Habermas’ın amaçladığı ideal demokrasi toplumu hedeflenebilir. Zaten, Habermas’ın da ifade etmiş olduğu gibi, müşterek düşünce ve istek oluşturma süreçlerinin gerçekleşebilmesi için de insan temel hak ve özgürlüklerinin varlığı ve kullanılabilirliği gerekir. Demokratik toplumlarda tam anlamıyla, kişi hakları ve siyasal hakların ve ilgili toplumların imkanları ölçüsünde ekonomik hakların kullanılabilmesinin sağlanması bile özgürlükçü demokrasinin gerçekleşmesi açısından önemli bir kazanım olacaktır.
Kanımca, toplum sözleşmesi teorileri sayesinde demokratik toplumlarda dünya genelinde geniş kabul görmüş, de-
35mokrasilerde meşruluk temelinin, halkın rızası ya da iradesinin kaynağını oluşturan halk egemenliği olarak kabul edilmiş olmasının, özgürlükçü demokrasiler açısından mahzuru yoktur. Önemli olan, halk iradesinin kaynağı olan halk egemenliğinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan insan temel hak ve özgürlüklerinin varlığı ve kullanılması koşullarının sağlanmış olmasıdır. Diğer yandan, insan temel hak ve özgürlüklerine yoğunlaşmak, insan temel hak ve özgürlüklerinin, müşterek fikir ve istek oluşturma süreçlerinin gereğine göre daha somut ve kolay anlaşılır olmaları toplum üyelerince daha kolay benimsenmelerini sağlayabilecektir.
Temel özelliği, başkalarının ve diğer insanların eşit olarak gözetilmesi olan ortak ahlaki değer ve kurallar, bütün insanlara saygı gösterilmesini, kişinin bütün insanları kendisi gibi, birer araç olarak değil, saygı gösterilmesi gereken birer amaç olarak görmesini gerektirir. Bu anlayış ve saygının somut göstergesi de insanların öncelikle yaşama hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlüklerine saygı göstermeyi gerektirir. Ancak, insanlara, dolayısıyla onların temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterme gerekliliği sadece ahlaki bir gereklilik değil, aynı zamanda demokrasinin ve demokrasi anlayışının da bir gereğidir.
Demokrasi anlayışı, halkı oluşturan insanların, birbirlerini, yönetilen birer nesne ya da araç olarak değil, toplumun eşit hak ve özgürlük sahibi yönetim ortakları olarak, birer özne ve Kant’ın ifadesiyle birer amaç olarak görmelerini ve birbirlerine birer amaç olarak saygı göstermelerini gerektirir. Bu demokrasi anlayışının ve toplumdaki insanları birer amaç
36olarak görmenin ve onlara saygı göstermenin somut göstergesi ve kanıtı da, onların temel hak ve özgürlüklerine gösterilecek olan saygıdır. Diğer bir deyişle, demokrasinin varlığı ve gerçekleşmesi, toplumu oluşturan bütün insanların temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini, toplumu oluşturan bütün insanların bu temel hak ve özgürlükleri kullanabiliyor olmalarını gerektirir.
Toplumların toplumsal yaşantıları ve düzenleri için yol gösterici olan başkalarının da gözetilerek, kişilerin kendi istek ve çıkarlarını sınırlandırmaları olarak özetleyebileceğimiz ahlaki değer ve kurallar sadece ülke toplumları için değil, devletlerarası toplum ve dünyada yaşamakta olan bütün insanların oluşturduğu dünya toplumu için de yol gösterici olabilecek değer ve kuralları oluştururlar.
Günümüz dünyasında, her ülke toplumunun kendi ülke sınırları içinde geçerli olan kendi ülke toplumunun ahlak kural ve değerleriyle çelişmeyen hukuk düzenleri olduğu halde, devletler arası toplumun hala yaptırıma bağlanmış gerçek bir hukuk düzeni bulunmamaktadır. Devletler arasında, özünde güç dengelerine dayalı, her zaman değişebilecek, sıcak çatışmalara, savaşlara dönüşebilecek bir kuralsızlık ve kaos ortamı hüküm sürmektedir. Devletler arası ortamda, en azından bazı devletler için, kendi devletimin çıkarı, her türlü çıkarın ve değerin üstündedir, şeklinde özetlenebilecek, reel politik olarak adlandırılan anlayışın geçerli olduğu görülmektedir.
Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, adlı eserinde, kendisinin ve ünlü İtalyan düşünür, Benedet-
37to Croce’nin reel politikle ilgili yaşanmış tecrübelere dayanan düşüncelerini şu şekilde ifade etmektedir. “ Croce, hep reel politiği savunmuştur. Ve politika gerçeği adına yaklaşık otuz yıl, demokrasinin iki yüzlülüğü’ne acımasızca saldırmış, “adalet ve insanlık tanrıçalarına yaltaklanmalar ,” diye alay ettiği bozukluğa karşı savaşmıştır. Ama yıllar sonra, Croce, “İtalya’nın ona çok pahalıya mal olmuş, özgürlüğünden yoksun bırakılmaya izin verebileceğini aklının ucundan bile geçirmediğini ve kendi kuşağının özgürlüğü sürekli bir nimet saydığını,” itiraf etmiştir. Bu itiraf, Croce’nin, 1896’dan 1924’e kadar yanlış tarafta, yanlış bir savaş verdiğini anlatmaktadır.31
Devletler arasındaki ilişkiler, devletler kendi vatandaşlarınca temsil edildikleri için, gerçekte, insanlar arası ilişkilerdir. Dolayısıyla, ahlaki açıdan, ortak ahlaki kural ve değerlerin ortak özelliğini ve özünü teşkil eden, başka insanların çıkarlarının ve isteklerinin gözetilmesi gereğinin, devletler arası alan için de geçerli olması gerekir. Bu durum, farklı devletleri ve devletlerin askerlerini sıcak çatışmaların yaşandığı fiili savaş durumu haricinde, farklı devletlerin sivil vatandaşlarını hiçbir zaman düşman ya da potansiyel düşman olarak görmemeyi , aksine, aynı devletler toplumunun ya da dünya toplumunun üyeleri olarak görmeyi gerektirir.
Bu konuyla ilgili olarak, öncelikle Locke ve Mead’in konuyla ilgili düşüncelerini değerlendirebiliriz.
Locke’un konuyla ilgili görüşü ve Parsons’un , Locke’un görüşüyle ilgili yorumu şu şekildedir. “Akıl, kendisine danışacak olan bütün insanlığa, hepsinin eşit ve bağımsız olduğunu,
38hiç kimsenin hayatında bir başkasının sağlığına, hürriyetine ve mallarına zarar vermemesi gerektiğini öğretir.”32
“Akıl, yalnızca tutkuların hizmetçisi değil, bizzat doğanın hakim ilkesidir. Bu, ne anlama gelir? Esas itibariyle insanların makul varlıklar olarak, amaçlarına ulaşmaya çalışırken genellikle eylemlerini belli kurallara, bunlar ne olursa olsun tabi kılmaları gerektiği ve kılacakları anlamına gelir. Bu kuralların içeriği, başkalarının doğal haklarına saygı duymak ve bunlara zarar vermekten çekinmektir. Bu, amaçların elde edilmesindeki amaçların seçiminin birincil olarak sadece rasyonel verimlilik düşüncesiyle yönlendirilmediği, fakat bu anlamdaki aklın bir diğer anlamdaki akıl tarafından sınırlandırıldığı anlamına gelir. Her şeyden önce, amaçları için birbirlerini yok etmeye ya da boyun eğdirmeye çalışmayacaklardır. Yani kuvvet ve hile’nin ve diğer iktidar araçlarının kullanımı üzerinde sert sınırlamalar olacaktır.”
“Locke, akıl terimini kullanarak, bunun insanların bilişsel süreçle vardığı bir tavır olduğunu açıkça ima eder. Bu, bütün insanların eşit ve bağımsız olduklarını ve birbirlerinin haklarını tanıma ve böylece kendi birincil çıkarlarını feda etmeyi göze almaları konusunda karşılıklı bir yükümlülüğe sahip olduklarının kabulünü içerir. Ancak, bu uzun vadede herkesin amaçlarının azami düzeyde elde edilmesinin koşuludur.”33
Mead ise, “ Doğrudan çıkarlar, şimdiye dek bilmediğimiz çıkarlarla çelişkiye düşerse, biz öteki çıkarları görmezlikten gelmeye ve dolayısıyla gördüğümüz çıkarları dikkate almaya eğilim gösteririz. Burada bizim için zor olan, bu öteki ve daha kapsamlı çıkarları kabul etmek ve sonra onları dolaysız
39çıkarlarla rasyonel bir ilişki içine sokmaktır. Ahlaksal pratik sorunlar bakımından kendi çıkarlarımıza öyle tutsağızdır ki, tüm etkili çıkarları tarafsız bir biçimde dikkate almak, tarafsız bir yargıya ulaşmak isteyen kişinin ahlaksal bir tutumunu şimdiden gerektirir.”34
Locke ve Mead’in rasyonellikle ilgili görüşleri, öncelikle ahlakın evrensel kural, değer ve özellikleriyle uyum içerisindedir. Bunun nedeni, ahlakın kökeninde toplumsal yarar ve rasyonelliğin bulunmasından kaynaklanır. Her iki düşünür de, bütün insanların haklarına ve çıkarlarına saygının akıl ve rasyonellik gereği olduğunu düşünmektedir. Bunun yanı sıra, kuvvet ve hile yerine, barış ve saygının geçmesi, daha önemli ve uzun vadeli çıkarların, daha az önemli çıkarlara tercih edilmesi gibi düşüncelerin devletler arası, ya da dünya toplumundaki insanlar arasındaki ilişkiler alanında uygulanması, farklı devletlerin ve farklı devletlerin vatandaşlarının düşman olarak algılanmamasını gerektirmektedir.
Locke ve Mead’in görüşlerine karşıt görüşleri savunarak, 2.Dünya savaşı öncesinde, düşman kavramını kuramlaştıran, Carl Schmitt ise şu görüşleri ifade etmektedir:
“Siyasal eylem ve saikleri açıklamakta kullanılabilecek özgül siyasal ayrım, dost-düşman ayrımıdır. Dost-düşman ayrımı salt kavramsal bir ölçüt sunar; nihai bir tanım olmadığı gibi, içeriğe ilişkin bir şey de söylemez. Sözü edilen ayrım başka ölçütlere dayandırılmadıkça, siyasal kavramı açısından diğer karşıtlıklardaki görece bağımsız ölçütlere karşılık gelir. Ahlakta iyi ve kötü; estetikte güzel ve çirkin.v.s. Dost ve düşman ayrımı her koşulda , yeni ve bağımsız bir inceleme alanı
40anlamında olmasa dahi, diğer karşıtlıkların birine ya da birden fazlasına dayanmaması ve onlardan kaynaklanmaması anlamında özerktir. Nasıl iyi ve kötü ayrımı, güzel ve çirkin ya da yararlı ve zararlı karşıtlığıyla özdeş değilse ve doğrudan doğruya bu karşıtlıklardan çıkarsanamıyorsa, aynı biçimde dost ve düşman karşıtlığı da diğer karşıtlıklarla karıştırılmamalı ya da onlardan biriyle birleştirilmemelidir. Dost ve düşman ayrımının işlevi, bir bağın ya da ayrılığın, bir birleşme ya da ayrışmanın en uç yoğunluk derecesini ifade etmektedir. Dost ve düşman ayrımı, diğer tüm ahlaki, estetik, ekonomik ya da diğer ayrımların kullanılmasına gerek kalmadan pratik ve teorik olarak varlığını sürdürebilir. Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü, estetik açıdan çirkin ya da ekonomik anlamda rakip olması gerekmez; hatta siyasal düşmanla iş yapmak avantajlı bile gözükebilir. Önemli olan, siyasal düşmanın öteki, yabancı olmasıdır. Siyasal düşmanın varoluşsal anlamda en yoğun haliyle başka bir varlık ve yabancı olması yeterlidir. Bu yabancılığın sonucunda siyasal düşmanla uç bir noktada, ne önceden kararlaştırılmış genel bir normla, ne de çatışmanın bir parçası olmayan, bu nedenle tarafsız bir üçüncü kişinin kararıyla çözülemeyecek çatışmaların yaşanması mümkündür.”35
“Devlet, cumhuriyet, toplum, sınıf, egemenlik, hukuk devleti, mutlakiyetçilik, diktatörlük, plan, tarafsız ya da bütünsel devlet, vb. sözcükler, eğer bunlarla somut olarak kimin kastedildiği, olumsuzlandığı, yok edilmeye çalışıldığı ya da kiminle mücadele edildiği bilinmezse, hiç bir anlam ifade etmezler.”36
41“ Dost, düşman ve mücadele kavramları hakiki anlamlarını, fiziksel öldürmeye dair gerçek olasılıkla kazanır. Düşmanlık, ötekinin varoluşsal olumsuzlanması olduğundan, savaş da düşmanlıktan doğar. Savaş, düşmanlığın en uç noktada somutlaşmış halidir. Savaşın, gündelik, normal bir şey olması, ideal ya da istenen bir durum olarak algılanması gerekmez. Ancak, düşman kavramının bir anlamı olduğu sürece, savaşın gerçek bir olasılık olarak varlığını sürdürmesi gerekir.”37
“Siyasal olgusu, ancak dost-düşman ayrımına ilişkin gerçek olasılıkla kavranabilir; siyasal kavramının dinsel, ahlaki, estetik, ekonomik bakımdan nasıl değerlendirildiği ise önemsizdir.”38
“Siyasal birlik ya dost-düşman ayrımını belirleyen ve bu anlamda egemen olan birliktir, ya da siyasal birlik mevcut değildir.”39
S.P. Huntington ise, düşman kavramıyla ilgili görüşlerini ifade ederken, Medeniyetler Çatışması, isimli eserinde bu konuyla ilgili olarak, Michael Dibdin’in, Ölü Lagun, isimli kitabından yaptığı şu alıntıya yer vermektedir. “Gerçek düşmanlar olmadan, gerçek dostlar olamaz. Ne olmadığımızdan nefret etmediğimiz sürece, ne olduğumuzu sevemeyiz. Bunlar yüzyıldan fazla bir süredir devam eden duygusal kesitten sonra büyük bir ızdırapla yeniden keşfettiğimiz eski gerçeklerdir. Bunları inkar edenler, ailesini, mirasını, kültürünü, doğuştan kazandığı haklarını ve hatta kendilerini inkar etmektedirler. Bunlar kolayca affedilir şeyler değildir.”
Huntington, bu alıntıyı yorumlarken, “Bu eski gerçeklerde yatan talihsiz gerçekler, bilim adamları ve devlet adam-
42larınca reddedilemez. Kimliklerini arayan, etnik durumlarını yeniden keşfeden halklar için düşmanlar olmazsa olmazdır. Potansiyel olarak en tehlikeli düşmanlıklar, dünyanın en büyük medeniyetleri arasındaki fay çizgisinde yer almaktadır,” demektedir.40
Huntington, aynı eserinde, “Bizler kim olduğumuzu bir tek kim olmadığımızı bildiğimizde ve çoğunlukla kime karşı olduğumuzu bildiğimizde biliriz,” demektedir.41
Schmitt ve Huntington’ın düşman kavramları, keskinlik, kapsam ve nitelik açısından farklılıklar gösterse de her ikisi için de, dünya nüfusunun büyük bir bölümünü düşman olarak görmeyi gerektirmektedir.
Amaçsal rasyonellik, doğru amaç seçimi için alternatif amaçlar arasında, farklı ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olarak bir seçim yapmayı gerektirir. En önemli amacın seçimi, doğru amacın seçildiğini, amaçsal rasyonelliğin gerçekleştiği anlamına gelir. Dünya üzerinde yaşayan insanlar ve toplumlar olarak en önemli ihtiyacımızın, insanlar ve toplumlar olarak, yaşantımızı sürdürebilmek olduğunu söylememiz gerekir. Bu durumda, en önemli amaç olan yaşamı sürdürme ihtiyacının karşılanması, insanlar ve toplumlar olarak yaşamlarımızı sürdürebilmektir.
Amacımızı belirledikten sonra, bizi bu amacın gerçekleştirilmesi için gerekli olan araçların seçiminin doğru yapılması gerekecektir. En önemli aşama olan, en önemli amaç belirlendikten sonra, bu amacın gerçekleşmesini sağlayacak
43olan araç veya araçların seçilmesi, diğer bir deyişle, seçilmiş amacın gerçekleşmesi için en uygun aracın seçimi anlamında araçsal rayonelliğin gerçekleştirilmesi gerekir. Dünya genelinde, toplumların ve insanların tümünün yaşamlarını sürdürebilmeleri amacının gerçekleşebilmesi için en uygun araç, ortak ahlaki kural ve değerlerin ve Mead ve Locke’un değindikleri gibi aklın ve rasyonelliğin gereği olarak, sadece kendi toplumumuzun çıkarlarını değil, diğer toplumların da çıkarlarını ve isteklerini gözetmek bunun gerçekleşebilmesi için de kendi toplum çıkarlarımızı sınırlandırabilmemizdir.
Schmitt ve Huntington’ın önerdiği düşmanlık ve düşmanlığın son aşaması olan savaşın, insanlar ve toplumlar için ne gibi felaketlere neden olabileceği, 2. Dünya savaşında yaşanmış olan tecrübelerle kanıtlanmıştır. Düşmanlık ve düşmanlığın son aşaması olan savaşın, özellikle ülke toplumları arasındaki etkileşim ve iletişimin 2. Dünya savaşı yıllarına göre çok daha fazla arttığını ve kitle imha silahlarınının imha kapasitelerinin çok daha fazla güçlendiğini dikkate alırsak, muhtemel bir 3.Dünya savaşı sonuçlarının, belki de, bütün insanlık için 2.Dünya savaşı sonuçlarıyla kıyaslanamayacak derecede büyük bir felaket olabileceği aşikardır.
Bu durumda, ahlakın ve Locke’un ifadesiyle, aklın gereğini yerine getirerek, bütün insanların eşit ve bağımsız olduğunu kabul etmemiz, dünyada yaşayan hiç kimsenin sağlığına, özgürlüğüne ve mallarına zarar vermememiz, diğer toplumları ve diğer toplumları oluşturan insanları düşman olarak görmememiz gerekir. İnsanların birbirlerini düşman olarak görmeyip, aynı dünya toplumunun insanları, üyeleri
44olarak görmeleri, dünya genelinde güven ortamı sağlayacağı için, insanların yaşamlarını sürdürebilmelerinin yanı sıra devletler arası barış ortamının ülke ekonomilerine yapacağı olumlu katkılar nedeniyle, kendi ihtiyaçlarını, eskisine göre daha kolay ve daha uygun şartlarda sağlayabilecekleri anlamına gelir.
İnsanların ve toplumların yaşamlarını dünya barışı sayesinde sürdürebilmeleri amacını gerçekleştirebilmeleri bir başka çok önemli amaç ve bazı kişiler için, toplumsal yaşam veya sadece kişisel yaşam açısından, ilk amaçtan da önemli bir amaç olan, insanlık onuruna uygun yaşama amacının gerçekleşebilmesine de katkıda bulunacaktır. Arendt’in ifadesiyle, insanlık onuruna saygı, diğer insanların ya da ulusların özneler olarak, dünya kurucuları olarak, ya da müşterek bir dünyanın kurucuları olarak tanınmalarını gerektirir.42 İnsanlık onuruna saygı, aynı zamanda, dünyadaki toplumların ve insanların, yaşamlarını sürdürebilmeleri için gereken amacın gerçekleşmiş olması, dünyadaki toplumların ve insanların birbirlerini düşman olarak görmemeleri, aynı dünya toplumunun üyeleri olarak görmeleri anlamına gelir. Bu iki en önemli amacın somut ve kalıcı olarak gerçekleşebilmeleri de, yaptırıma bağlanmış adil ve gerçek bir devletler arası hukuk düzeninin tesis edilmesiyle mümkün olabilir.
İnsan temel hak ve özgürlükleri ve bunların uygulanabilirliklerini sağlayacak olan denge ve denetleme mekanizmalarını, devletin temel kuruluş ve örgütlenme esaslarını ve temel hukuk kurallarını ve bunları belirten toplum sözleşmesi
45mahiyetindeki anayasaları ihtiva eden, halkın kendi kendini, kendisi için yönettiği yönetim şekli ve sistemi olan özgürlükçü demokrasi, ortak ahlaki kurallar ve değerler, amaçsal ve araçsal rasyonellikle en uyumlu yönetim şekli ve sistemidir.
Özgürlükçü demokrasi, evrensel ahlaki kural ve değerlerin ortak özelliği olan toplumdaki bütün insanların eşit olarak gözetilmesini, hukuki eşitlik ve özgürlük ve insan temel hak ve özgürlüklerinin uygulanmasını sağladığı gibi, yine bu özelliklerle, toplumu ya da halkı oluşturan bütün insanların kurucu yönetim ortakları olarak, toplum içerisinde yaşamlarını güven ve insan onuruna yaraşır bir şekilde sürdürebilmelerini de sağlar.
Halk egemenliği, toplum sözleşmesi niteliğindeki anayasalar, insan temel hak ve özgürlükleri ve hukuk devletiyle, uzlaşma, barış ve güven ortamına, toplumu oluşturan her fert ve toplum üyesi için kurucu yönetim ortaklığının geçerli olduğu yönetim ve hukuk düzenine geçiş anlamındaki özgürlükçü demokrasi, yönetim şekli ve anlayışı olarak, toplumu oluşturan insanları, eşit hak ve özgürlüklere ve sorumluluklara sahip, kurucu yönetim ortağı olan, her birini bir amaç olarak görmeyi, amaç olmanın gereği olarak da, toplumu oluşturan bütün insanlara saygı göstermeyi, bu saygının somut göstergesi olarak da, onların insan temel hak ve özgürlüklerine, anayasal ve yasal haklarına saygı göstermeyi gerektirir.
Demokrasilerin var olabilmeleri ve yaşayabilmeleri, demokratik toplumları oluşturan kişilerin demokrasiyi, dolayısıyla insan temel hak ve özgürlüklerinin gerçekleştirilmesini kendi şahsi ve toplumsal çıkar ve amaçlarına araç olmayacak, diğer en önemli amaçların da, uzun vadede gerçekleşmeleri-
46ne çok önemli katkıda bulunacak en önemli amaçlardan biri olarak görmeleriyle sağlanabilir. Bu gereklilik, sadece demokrasinin ve temel hak ve özgürlüklerin gerçekleştirilmesi amacının kişiler ve toplumlar için ekonomik çıkarlardan daha önemli bir amaç olduğu anlamına değil, aynı zamanda, kişi ve toplum olarak siyasi güç kazanmak için de araç olamayacağı anlamına gelir.
Devletler arası alanda, bu gereklilik, demokrasinin gereklerini, en azından kendi birlikleri kapsamındaki ülkeler genelinde gerçekleştirmeyi taahhüt ve garanti edebilecek devletlerin oluşturacağı ya da oluşturduğu kuruluşlara üye olan ya da olmayan demokratik devletlerin, özgürlükçü demokrasinin gereklerini gerçekleştirmeleriyle sağlanabilir. Söz konusu gereklilik, demokratik ülke devletlerinin kendi ülke demokrasilerini ve vatandaşlarının insan temel hak ve özgürlüklerini korumaya ve geliştirmeye çalışmaları ve diğer demokratik ülkelerin demokrasilerine ve diğer demokratik ülke vatandaşlarının insan temel hak ve özgürlüklerine saygı göstermeleri ve zarar vermemeleri olarak özetlenebilir.
Demokratik ülkelerdeki demokrasilerin ve demokratik ülke vatandaşlarının insan temel hak ve özgürlüklerine zarar vermekten nasıl kaçınılabileceği konusunda, demokratik toplumdan, totaliter bir topluma dönüşen toplumlarda bu dönemlerde yaşayıp, totaliter toplumlardaki özellikleri ve gelişmeleri yakından takip ederek bu yaşam tecrübeleri ve gözlemlerin ışığında düşünceler geliştirmiş olan Arendt, Horkheimer, Adorno ve Sartori gibi düşünürlerin bu konudaki görüş ve düşünceleri, konuyla ilgili somut fikirler elde edilmesine katkıda bulunabilir.
47Arendt’in, Kant’tan alıntı yaparak, kendisinin de paylaştığı düşünceleri içeren paragraf, düşünce özgürlüğüyle ilgilidir.
“Konuşma ya da yazma özgürlüğünün muktedirler tarafından elimizden alınabileceği, ama düşünce özgürlüğünün elimizden hiçbir şekilde alınamayacağı söylenir. Fakat, düşüncelerimizi ilettiğimiz ve kendi düşüncelerini bizlere ileten başkalarıyla bir arada düşünmediğimiz takdirde nasıl ve ne denli doğru düşünebiliriz ki! Bu yüzden, insanı kendi düşüncelerini kamusal olarak iletme özgürlüğünden yoksun bırakan dışsal bir gücün, medeni yaşamda elimizdeki yegane hazine ve mevcut durumun kötülüklerine çare bulmamızı sağlayacak yegane şey olan düşünme özgürlüğünü elimizden aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.”43
Arendt, “Sadece küresel totaliter koşullar altında her bir şahıs mutlak ve güvenilir bir biçimde tahakküm altına alınabilir,”demektedir.44
Horkheimer ve Adorno, ise, “Faşist ikna edilmeye yanaşmaz. Başkası söze başlayınca bunu kendi sözünün utanmazca kesilmesine yorar. Akıl yolu onun için kapalıdır; çünkü aklı diğerlerinin boyun eğişinde görür,” şeklinde totaliterlikle ilgili görüşlerini ifade etmektedirler.” 45
Horkheimer ve Adorno , aynı eserde, “Düşünceye Tanrı gibi boyun eğmek istiyorlar ya da ona bir putmuş gibi saldırıyorlar. Onlar düşünce karşısında özgürlükten yoksunlar. Ama insanın etkin özne olarak olaylara katılması hakikate dahildir. Bir kimse aslında doğru olan önermeler duyabilir, ama onların hakikatini ancak düşünerek ve düşünmeye devam ede-
48rek öğrenir. Günümüzde bu fetişizm çok etkili bir şekilde öne çıkıyor. İnsana düşünce için hesap soruluyor, sanki düşünce dolaysız praksismiş gibi,” demektedirler.46
Sartori’nin konuyla ilgili düşünceleri ise şu şekildedir; “Bütünden (total) ve bütünlükten (totality), totalitarizme geçerken, ne anlatmak istediğimizin farkındayız, bununla siyasal başatlığın – hem genişlik, hem derinlikbakımından bürünebildiği eşi görülmedik yoğunluğu, yaygınlığı ve etkiyi anlatmak istiyoruz. Orwell’inkiyle karşılaştırıldığı zaman, Hobbes’un, Leviathan’ı onun canavarının yanında bir bebek canavar kalmaktadır. Bu günün veya yarının totaliter diktatörlüklerine kıyasla, geçmişin tiranlıkları masum ve zararsız görünürler. İşte bu farkı göstermek için bir terim gerekmişti; ve totalitarizmde bu nedenle etkili ve anlamlı bir terim olmuştur ve kabul ediyorum ki hala olmaktadır. Demek ki, semantik bakımdan, totalitarizm, tüm toplumu devlet içine hapseden, insanın siyasal yaşam dışındaki yaşamını da tümüyle kapsayan bir siyasal başatlığı (domination) anlatmaktadır.
Finer, bu durumu şöyle tanımlıyor: “Tüm toplum siyasileştirilmiştir; özel yaşam alanları hala var olsa bile, adeta şarta bağlı gibidirler, devlet bunları her zaman ve herhangi bir nedenle denetleyebilir, basabilir ve bunların yönetimini üstlenebilir.”47 İtalya’da , “Her şey Devletin içindedir, Devletin dışında, Devlete karşı olan hiçbir şey yoktur” denildiği zaman bu ifade, övünmenin dışında pek bir anlam taşımamaktaydı. Ama , her şey devletin içindedir, deyimi ciddiye alınır, teknolojik bilgi ve becerinin sağladığı baskı araçlarıyla sonuna kadar uygulanırsa, o zaman, “insan özel yaşamının büsbütün
49saldırıya uğraması,” insan topluluklarının yaşamında kendiliğinden serbestçe hareket eden, çeşitlilik gösteren ve özerk olan her şeyin yok olması durumuyla; kısacası, kitle toplumunun içine hapsedildiği kocaman bir siyasi garnizonla, karşı karşıya kalırız. İşte, totalitarizmi, mutlakiyet, otoriterizm ve diktatörlüğün başka türlerinden ayıran şey de tamamen budur: Devlet ile toplum arasındaki çizginin yok olması ve toplumun toptan siyasileştirilmesi…” “Bu, yalnızca siyasi iktidarın çok veya az olması sorunu değildir. Fark bir nicelik farkı değil, bir nitelik farkıdır.”
“Montesquieu, siyasal yönetim biçimlerinin haritasını çizerken, bunların her birini bir kurucu ilkeye dayandırarak açıklamıştı: demokraside bu ilke yurttaşlık erdemidir; aristokraside ölçülülüktür; monarşide onurdur ve zorbalıkta (despotizmde) ise (crainte), korkudur.48 Zorbalıktan korkulması ve zorbalığın tipik olarak korkuyla yönetmesi, pek tartışma konusu değildir. Bununla birlikte totalitarizm, zorbalığın en tırmanmış biçimidir, tüm zorbalıkların en güçlüsüdür. Acaba bu ifadeden, totalitarizm’i niteleyen şeyin korkunun en yüksek derecesi, yani terör olduğu anlamı da çıkar mı? Eğer kast edilen Hitler ve Stalin ise, sorunun yanıtı evettir.Ve bu da bize Arendt’in yorumunda ve 1950’lerdeki yazının bir çoğunda totalitarizm için neden terörle yönetmenin esas alınmış olduğunu açıklar.”49
“…totalitarizm, baskıcı rejimlerde akla gelebilecek en mükemmel özelliklerin hepsini taşır. Böylece, totalitarizm, sürekli bir dizinin( hiç şüphesiz sürekli olmayan) uç noktasında durur, ve onu temsil eder, belirleyici karşıt uç ise demokrasidir( o da aynı şekilde bir kutupsal tip olarak düşünülmüştür.)
50Bu demektir ki, büsbütün totaliter olmasını bekleyebileceğimiz hiçbir somut sistem bulunmamaktadır, tıpkı büsbütün demokrasi olmasını bekleyebileceğimiz somut bir demokrasi bulunmadığı gibi. Bu varsayımda, gerçek dünyadaki totaliter sistemler – tıpkı gerçek dünyadaki demokrasiler gibi – kendi kutupsal parametrelerine, hemen, hemen yaklaşmaktadırlar. Dolayısıyla, bu yaklaşımda, totalitarizm kavramının fazla zorlanmış olmasından şikayet etmenin bir anlamı yoktur, çünkü bu, tanım yoluyla ideal tipler için geçerlidir. Kutupsal totalitarizm formülü, kategori için değişmez bir yaklaşıma ihtiyaç olduğu hakkında, bilinen bir şikayeti de ortadan kaldırır. Tersine, bizim sürekli dizimizde ülkeler, zaman içinde belirecek her farklı noktada, bu dizi üzerinde farklı noktalara yerleştirilebilirler; ve, zamanla kimi ülkeler totalitarizm alanından çıkarken, kimi ülkeler bu alana girerler, veya sürekli dizinin totalitarizm ucuna yakın bir yere taşınırlar.”50
“Basit bir diktatör, zulüm, öldürme, işkence, polis vahşeti ve benzeri insanlık dışı özellikler göstermesi dolayısıyla, totaliter bir diktatörlükten çok daha kötü işler yapabilir. Totalitarizm ve otoriterizm arasındaki en büyük fark onların gerçekte yaptıkları şeylerde değil ( bunlar zaman ve ülkelere göre çok değişir), yapabilecekleri şeylerde görülür. Unutmayalım ki, totalitarizm, semantik bakımdan daha çok baskıyı değil, daha çok kapsamayı anlatır.”51
Her dört düşünürün de ortak görüşleri, totalitarizmin ve totaliter anlayışın, düşünceye düşman oluşu, toplumun üyelerini ve diğer toplumların üyelerini birer özne olarak kabul etmemesi, terör, baskı ve gözetim yoluyla tahakküm altına alma isteğidir. Arendt’in, Kant’tan alıntıladığı bölümde ifade
51edildiği gibi, mevcut durumlarda, yanlışlara ve hatalara çare bulmamızı sağlayacak tek şey, düşünme özgürlüğü, dolayısıyla eleştirel düşüncedir. Eleştirel düşünce ve düşünce ve ifade özgürlüğü olmadan demokrasiden ve demokrasi anlayışından söz edilemez. Özgürlükçü demokrasinin rasyonelliği, önemli ölçüde eleştirel düşünceden ve eleştirel düşüncenin hiçbir engel ve yaptırımla karşılaşmadan özgürce ifade edilebilmesinden kaynaklanır. Kant’ın ifade ettiği gibi ancak eleştiriyle yanlışlar düzeltilebilir. Eleştirilemeyen düşünceler ise zaten inanca dönüşür.
Diğer yandan, kişilerin düşüncelerini herhangi bir engel veya yaptırımla karşılaşmadan ifade edebilmeleri, onların ve toplumdaki diğer insanların insan temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterildiği, toplumun eşit hak ve özgürlüklere sahip, bir yönetim ortağı olarak kabul edildikleri anlamına gelir. Özgürlükçü demokrasilerde ve özgürlükçü demokrasi anlayışında, diğer insanlar, totaliter rejimlerde ve totaliter anlayışlarda olduğu gibi, boyun eğdirilmesi gereken önemsiz nesneler, ya da araçlar değil, insan haysiyetine uygun ve insan haysiyetine saygının gereği olarak, kendilerine ve insan temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmeleri gereken birer özne ve amaçtır.
Günümüz koşullarında, bilim ve teknolojinin hızlanan gelişme sürecine paralel olarak, devlet kurumlarının gittikçe artan gözetleme, denetim ve yaptırım gücüne karşı, organik işbölümüne sahip toplumların yapısı gereği, kişilerin diğer insanlara duydukları gereksinimler nedeniyle genel olarak, kişilerin siyasal ve sosyal açıdan gittikçe güçsüzleşmekte olmaları gözlemlenebilir bir olgudur.
52Bu durumda, liberal demokrasilerde, gerek liberal demokrasileri, gerekse ülke toplumlarının üyelerini, devlet kurumlarının artan gözetleme, denetim ve yaptırım güçlerine karşı koruyabilecek ayrıcalıklı en önemli unsur, uygulanabilir ve kullanılabilir insan temel hak ve özgürlükleridir. Dolayısıyla, öncelikle demokratik toplumların ve devletlerin ve özgürlükçü demokrasilerin yaşaması ve devamı isteniyor, totaliter toplumlara ve devletlere dönüşmeleri istenmiyorsa, gerek kendi demokratik ülke toplumlarında, gerekse diğer demokratik ülke toplumlarında yaşamakta olan insanların insan temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesi gerekir.
Demokratik ülkelerin tümünün demokrasilerine ve vatandaşlarının temel hak ve özgürlüklerine gösterilecek saygı, bu toplumların totaliter toplumlara dönüşmelerini önleyebileceği gibi, özgürlükçü demokrasilerin içerdiği ahlaki, rasyonel ve demokratik anlayış, prensip ve değerlerle tutarlı olmalarını sağlayacaktır. Özgürlükçü demokrasilerin tutarlılık gösteren uygulamaları ise, tutarlılıkları ölçüsünde, dünyanın demokratik olmayan ülke toplumları için de bu konularda hedef olarak kabullenilebilecek ve örnek alınabilecek uygulamaların gerçekleşmesine neden olabilecektir.
53